8 Nisan 2012 Pazar

Ehl-i Keyf'in Keyfini Kaçıran Anlar: Daha da Sinemaya Gelmem!



Seksenli yılların başında doğduğum için Türkiye’de sinema ile televizyon kültürünün ilk kesiştiği dönemlere şahit olabilmiş bir neslin üyesiyim. O dönemlerde bu iki kavram henüz birbirine karışmamıştı ama ilişkiye girmeye başlamışlardı. Örneğin televizyonda bir film yayınlanacağı zaman “Televizyonda Sinema” adı altında yayınlanırdı. Film izlenmeye değer bulunduysa, başlama saati öncesi mısır patlatılır -ya da duruma göre çay demlenir-, filmin başlamasıyla odanın ışıkları kapatılır ve sessizliğe bürünülürdü. Arada konuşmaya kalkan çocuklar, aile büyükleri tarafından “şııışt, görmüyor musun sinema izliyoruz!” diye azarlanırdı. Kısacası televizyon üzerinde hakim olan kültür sinema kültürüydü. Sinema filmi yayınlandığı esnada televizyonun durduğu oda kısa süreliğine de olsa sinema salonuna dönüşürdü.Günümüzde ise durum neredeyse tam tersine döndü. Artık “Televizyonda Sinema” kavramının yerini “Sinemada Televizyon” aldı. Bir başka deyişle, sinema salonları oturma odalarına dönüşmeye başladı. Teknolojinin gelişmesi sonucu film kavramına evden erişim son derece kolaylaştığı için, insanlar film izlerlerken sinemada olsalar dahi kendilerini evlerinde pijamaları ile zap yapıyormuş zannetmeye başladılar. Bunun sonucu olarak filmi sinemada izleme hazzına muhtaç zihinler ile zapçılar aynı oturma odasında film izlemek zorunda kaldılar.
Bizi sinemada rahatsız eden ortamı en net şekilde fark ettiğimiz ilk film Yimou Zhang’in etkileyici filmi Hero’ydu. Filmi izlemek için Ankara’daki Armada Alışveriş Merkezindeki sinemanın büyük salonuna gitmiştik. Usta yönetmen anlatmak istediklerini uzakdoğunun eşsiz, masalsı yaklaşımı ile aktarmaya çalışıyordu. Ancak bu anlatım sinemaya gelen seyircilerin çoğuna ters gelmişti. İlk başta gülüşmeler başladı. Daha sonra filmin “sarmadığı” izleyiciler Cafe’de otururmuşçasına muhabbet etmeye başladılar. Filmi izlemeye çalışan bir avuç izleyici için durum oldukça çekilmez bir hal aldı ve sinema salonunda yer yer tartışmalar çıktı. Olay asabımızı bozmuştu, insanların Çin yapımı bir filme gelirken nasıl gerekçelere sahip olduklarını ve hangi beklentilerinin karşılanmadığını merak etmekle beraber, asıl sorun eskilerin tabiri ile âdâb-ı muaşeret kuralları bir yana dursun en basit görgü kurallarının bile tedavülden kalkmış olmasıydı. Filmi beğenmeyen bir insanın onca izleyicinin varlığını hiçe sayarak, yanındaki ile koyu bir geyik muhabbetine girmesine anlam verememiştik.
Arkasından o dönemlerde sıklıkla gittiğimiz Bilkent Üniversitesi yakınlarındaki Ankuva Alışveriş Merkezindeki sinema salonlarında benzer olaylara şahit olmaya başladık. The Good Shepherd’a Angelina Jolie’nin vücudunu izleyebilmek için gelen bir grup, hayal kırıklığına uğradıktan sonra ciddi bir müddet güzel artistin çeşitli organlarının orantısını başka filmlerden alıntılarla tartışmış, böyle bir filmin (The Good Shepherd) neden çekildiğine anlam veremediklerine karar vermiş, arkasından da tüm uyarılara rağmen güncel birçok konuyu sinema salonunda akılları sıra fısıldayarak birbirleri ile paylaşmışlardı.
Tek tük karşılaşılan, tepki çeken bu durum zaman içinde kanıksanır oldu. Artık sinema içinde yanındakiler ile sohbet halinde film izlemek son derece normal kabul ediliyordu. Ayıp olan, sohbet edenlerin haklarını kısıtlamak için (!) onlara karışan diğer azınlıktaki seyircilerin yaptıklarıydı. O kadar para verip filme girmiş bir kişi, hele hele filmi beğenmemişse konuşmayacaktı da ne yapacaktı? Diğer izleyiciler nasıl olur da onun beğenmediği bir filmi sessizlik içinde izlemek istemek saygısızlığını gösterebilirlerdi.
Durum böyle olunca sinema arkadaşlarımla Ankara’nın sinema haritasını çıkarmaktan başka şansımız kalmamıştı. Arka planda geyik muhabbeti dinlemeden film izleyebileceğimiz sinemaların ve rağbetin az olduğunu düşündüğümüz gösterimlerin haritasını çıkarmış, seans ve salon tercihlerimizi ona göre yapar olmuştuk. Örneğin -her ne kadar ayrımcılık gibi gözükse de- özel üniversitelere yakın salonları yoğun saatlerde tercih etmemeye başladık. Tatillerde ve özellikle bir alana bir bedava kampanyasının olduğu günlerde sinemanın yakınından bile geçmiyorduk.
Bu gibi önlemler bir müddet daha huzur içerisinden film izlememizi sağladı. Ne yazık ki önlem paketinin son kullanım tarihi dün akşammış. Hafta için, ölü bir seansta 2 saat 46 dakika sürecek olan “The Curious Case Of Benjamin Button” adlı filme, diğer salonların çoğunda Recep İvedik oynarken bizim seyir zevkimizi kaçırabilecek birilerinin uğramasını beklemiyorduk açıkçası; yanılmışız. Salonda topu topu on-on beş kişiydik. Birbirinden bağımsız olan dört-beş gruba karşılık geliyorduk. Anlaşılan o ki, bu beş gruptan üçü filme sadece afişteki Brad Pitt, Cate Blanchett ikilisine bakıp girmişlerdi. Böyle diyorum çünkü film başlar başlamaz yakınmalar başladı; insan hiç yaşlı doğar mıymış? Ne kadar saçmaymış. Bu konuyu yanındakiyle uzun uzun tartışan gruba diğer gruplar da katıldı. Böylelikle biz filmi orijinal dilinde; türkçe altyazılı ve türkçe yorumlu izleyeme başladık. Zaman zaman sinemaya gelen arkadaşların o gün içinde neler yaşadıklarını da öğrenebiliyorduk. Film ilerlediği esnada, algısı çok keskin olan arkadaşlar film arasının gecikmeye başladığını fark etti. Bu sefer de oflamalar puflamalar devreye girdi. Ne zaman ara verilecekti? Galiba film uzundu? E şimdi hafta içi uykusuz mu kalacaklardı? Arada mısır satan görevliden filmin üç saate yakın olduğunu öğrendiklerinde içimizde bir umut yeşerdi, belki de uykusuz kalmamak için filmi yarım bırakırlar diye düşündük. Ancak yanılmışız. Kriz ortamında sinemaya verilen paranın karşılığı alınmalıydı ve filmi sonuna kadar izleyeceklerdi. Bu seferde spiker usulü dakika- skor sohbetleri başladı. Bir yandan filmin kaçıncı dakikasında olduğumuz kontrol ediliyordu, bir yandan da Galatasaray’ın hâlâa gol yememiş ve atmamış olduğundan bahsediliyordu. Elbette konu bir dönem UEFA’yı kaldıran takıma kadar gitmiş, nerede o eski günler sohbetleri eşliğinde Benjamin Button gençleşmiş, biricik aşkı yaşlanmıştı. Filmin sonunda ödediği koltuk kirasının karşılığını sonuna kadar almış ama romantik-komedi filmi beklerken bünyesine zorla David Fincher katmış izleyiciler “böyle film olur mu ya?” ve “ne diye bu kadar uzun yapıyorsun kardeşim; anladık işte herif tersten yaşıyor!” eleştirileri ile alışveriş merkezini terk ettiler.
Aldığımız tüm önlemler boşa çıkınca bize de radikal bir karar almak farz oldu. Zaten yükselen sinema bileti fiyatları nedeniyle -ki bu ayrı bir yazı konusudur- gündemimizde tuttuğumuz bir kararı uygulamaya sokmaya karar verdik: elimize geçen ilk toplu para ile oturma odamıza mümkün olduğunca rahat film izlenir bir formata sokacağız. Filmler vizyona girdiğinde -ne yazık ki- kulaklarımızı kapatıp DVD’lerinin çıkmasını bekleyeceğiz. İki sinema biletinden daha az para verip satın alacağımız dvd formatındaki filmlerimizi, eski günleri özlemle yâd ederek -mecburen- “Televizyonda Sinema” adı altında izleyeceğiz.

NOT: Bu yazı daha önce malum İsrail çıkışı sonrası 20 Şubat 2009 tarihinde bakınız.com 'da yayımlanmıştır.

5 Nisan 2012 Perşembe

İtalyanca Gezi Başkadır!



Ya gezmeyi sevmediğimizden yada gezip gördüklerimizi düzgünce yazıp anlatamadığımızdan olacak ki piyasada satılan çoğu gezi kitabı yabancı dilden tercüme. Durum böyle olunca bu kitaplarda anlatılan bilgiler bizim için her zaman “uygun” öneriler yada uyarılar olmuyorlar. Örneğin Roma’ya gideceksiniz, hangi Roma şehir rehberini alırsanız alın sizi toplu taşımadaki sıkışıklık, hırsızlık ve yan kesicilik gibi olumsuz olaylara karşı uyaracaktır. Gizli cüzdanlar almanızı, pasaportunuzu uygun bir yerinize sokmanızı, yolda size takılan, laf atanlara hiç cevap vermemenizi öğütleyeceklerdir. Oysa hayatının belli bir aşamasında Türkiye’deki orta ölçekli bir şehrin merkezinde yer almış bir Türk için bu uyarıların hiçbir hükmü yoktur. İstanbul’da yaşayanlar için ise tek bir şey söylenebilir; “İtalyanlar sizden korksunlar!”.

Yaygın bir başka uyarı ise İtalyanların yabancı dil bilmediği, bilseler bile ne dediklerinin anlaşılmadığıdır. Uyarı kısmen doğrudur; turistik bir dükkanın içerisinde değilseniz karşınızdaki İtalyan büyük ihtimal İngilizce bilmiyor olacaktır. Yine de bu uyarı gereksizdir, çünkü bir Türk’ün bir İtalyanla Federico Fellini’nin bir filmini tartışması için bile ortak sözlü bir dile ihtiyacı yoktur. Birinin Türkçesi, diğerinin İtalyancası bu sohbetin son derece sağlıklı olarak devam edebilmesi için yeterlidir. Kimileriniz bu sözleri fazla iddialı bulabilirsiniz, bu sebeple savı bir kaç yaşanmış örnekle destelemekte fayda olacaktır.

Örneğin Roma’nın şehir merkezinde bir an için yer-yön duygunuzu kaybettiniz. Hiç utanıp sıkılmanıza gerek yok, tek yapmanız gereken göçmen olmayan bir sokak satıcısı bulmak –bu biraz zorlayıcı bir süreç olabilir- ve kendisine gideceğiniz yerin ismini mümkün olduğunca vurgulayacak şekilde, kendinizi rahat hissetiğiniz bir dilde sormak! Diyelim ki Coliseum’a gitmek istiyorsunuz yada Coliseum’a giderseniz yer-yön duygunuzun geri döneceğine dair inanılmaz bir inancınız var. Satıcının karşısına geçip omuzlarınızı çaresizce kaldırıp, soru dolu bakışlarla “Kolezyum???” dediğiniz anda karşınızdaki kişi Türkçe’yi sökmüş olmanın verdiği sevinç ile “Aaa Coliseum!” diyerek bedeninde bulunan tüm oynar eklemleri hareket ettirip İtalyanca Coliseum’a nasıl gitmeniz gerektiğini anlatacaktır. İşte soy ağacınızın tasdik edildiği an bu andır; eğer gerçekten Türkseniz ve Türkiye’de büyüdüyseniz karşınızdaki adamın verdiği yol tarifini İstanbul ağzı ile söylenmiş kadar net bir şekilde anlayacaksınız. Aksi durumda ülkeye dönüşte aile büyükleri ile ciddi bir konuşma yapmanızda fayda var. Yol tarifini kavradıktan sonra şükran dolu bakışlarla “Teşekkür Ederim” dediğinizde, az önce Türkçe’yi sökmüş arkadaş size gülümseyerek ve kuvvetle muhtemel sırtınız sıvazlayarak İtalyanca “Prego” diyecektir, “Ayıp ettin, lafı mı olur?” babında!

Bu örneğe rağmen çekinceleriniz mi var? Örneği çok genel mi buldunuz? “Coliseum’u dedem de tarif eder!” mi dediniz? Buyrun o zaman başka bir ibretlik olaya; Roma’dan hızlı trene bindiniz, yerinizi bulup oturmak üzereyken karşı koltuğunuzda oturan -Allah’ın hikmetinden sual olmaz dedirtecek yaşta- bir rahibe size bakarak rica eden gözlerle İtalyanca konuşmaya başlıyor. Elbette ilk cümleyi anlamıyorsunuz. Görmüş geçirmiş rahibe de sizin ilk cümlesini anlamadığınızı anlıyor. Bir an durup eliyle bir arka sıradaki merakla size bakan çifti gösteriyor. Arkasından iki elinin işaret parmakları hariç tüm parmaklarını kapatıp, işaret parmaklarını yanyana getiriyor ve ileri geri oynatıyor. Böylelikle siz zaten oturuş şekillerinden anladığınız üzere yandaki ikilinin bir çift olduğunu anlıyorsunuz. Rahibe bir an aklınıza kötü bir şey gelmesin diye sağ elinin parmakları ile sol elinin yüzük parmağını okşuyor. Dolayısıyla çiftin yasak bir ilişki yaşamadığı bilgisi de elinize geçiyor, yüzünüze “Estağfurullah canım, aklımdan bile geçmedi zaten!” bakışınızı takınıp rahibeyi ilgi ile izlemeye devam ediyorsunuz. Bu konuda da anlaştığınızı fark eden rahibe bu sefer eliyle kendisini ve çifti içine alan bir daire çiziyor ve melül melül sizin oturmak üzere olduğunuz koltuklara bakıyor. Anlıyorsunuz ki yaşlı rahibemiz bu çift ile seyahat ediyor ancak ne yazık ki kendilerine bilet alırken karşılıklı koltuklar denk gelmemiş! “Şunu baştan söylesene!” dercesine gülümseyip “Buyrun!” diyorsunuz çifte. Mutluluktan havalara uçan çift lafınızı ikiletmiyor hemen sizin yerinize geçiyor, siz de onların koltuğuna geçiyorsunuz.

Gördüğünüz gibi İtalya’da kendinize dert etmeniz gereken en son şey dil problemi. Elbette bir kaç detaya dikkat etmenizde fayda var, öncelikle bizde çok lezzetli manasına gelen parmaklarınızı uzatıp bir araya getirdikten sonra elinizi bileğinizden sallarayarak yaptığınız hareket İtalya’da hakaret olarak adledilen bir beden hareketi. Ayrıca biriyle konuşurken eliniz açık olacak şekilde çenenizi kaşımamanızda fayda var. Öte yandan hiçbir şeyden anlamayan, yol yordam bilmeyen turist durumuna düşmek istemiyorsanız kahvaltıdan sonra Cappuccino içmemeye bakın. Makarna yerken de dikkat etmeniz gereken bir kaç şey var ki kurallara uymadığınız takdirde sorun yaşayabilirsiniz. Mutfaktan çıkan sinirli bir ahçı ile karşılaşmak istemiyorsanız makarnanızı yerken bıçak kullanmayın. Zira bu hareket “Ulan hayvan, makarnayı o kadar sert pişirmişsin ki bıçakla kesmeden yiyemiyoruz!” manasına gelmektedir. Nedendir bilinmez spagettiyi kaşık yordamı ile yemeği de pek hoş karşılamıyorlar. Mümkünse sadece çatalı kullanın. Makarna konusundaki son uyarı da sakın ama sakın servis edilen makarnaya ketçap tarzı şeyler eklemeye kalkmayın, bu da ahçıya çok büyük hakaret sayılıyor.

Son bir uyarı da fiyatlar konusunda. Cafe yada pastane tarzı yerlerde menülerde aynı ürüne ait iki ayrı fiyat göreceksiniz. Bu ilk başta sanılanın aksine farklı büyüklükteki prosiyonların fiyatı değildir.Fiyatlardan pahalı olanı Cafe’de masada oturduğunuzda ödeyeceğiniz fiyat diğeri ise masada oturmadan satın alıp gideceğinizde ödeyeceğiniz fiyattır.