24 Aralık 2010 Cuma

Çeşme, Alaçatı ve Dolores

İzmir’li olmak Ehl-i Keyf olabilmek için bir zorunluluk olmamakla birlikte ciddi bir avantajdır. Tartışmaya mahal bırakmayacak bir çok done bu önermeyi desteklemektedir. Örneğin başka şehirlere ulaşmak yerine sayfiyeye ulaşmak için yapılan ilk paralı otoyol İzmir’dedir. “Ankara Rakısı” yoktur ama “İzmir Rakısı” ve İzmir’i çağrıştıran bir çok rakı çeşidi (Efe, Sakız vs)  vardır. İncirin ancak “bardacık” olanı yenir İzmir’de, mısırın ise “süt darı” olanı. Balık kırk yılda bir, özel günlerde yenilen bir yemek değil, sofraların değişmezidir. Ne erkekler, ne kadınlar kafalarına takar başkalarının ne diyeceklerini, 40 derece sıcakta şort giyerken. Bir tek İzmir’de otoyol yapılmak üzere doldurulan deniz, halkın tepkisi sonucu yeşil alana çevrilmiştir. Buzlaş İzmir’li bir girişimcinin ürünüdür ve yabancı rakiplerinden katbekat daha lezzetlidir. İzmirli için tatil yapmak senede iki hafta izne çıkmak değil, iş çıkışı her akşam yarım saat fazla yol tepmeyi göze alıp yazlığa gitmektir.
Bu açıdan İzmir’in Alaçatı’da ortaya çıkan garip oluşum dışında, şehir dışından gelen turistlere özel bir yapısı yoktur. Antalyalıların aksine İzmirliler Çeşme’nin turistleridir zaten yaz boyunca. Plajlar sadece 35 plakalılarla da kalabalıktır ezelden beri. Hatta ve hatta asıl ehl-i keyf İzmir’liler Çeşme’nin yeni “popüler” durumundan rahatsızdır da. Senelerdir iş çıkışı gittiği balık restoranında cebi dolu İstanbulluların dağıttığı abartılı bahşişler sonucu ikinci sınıf adam durumuna düşmeyi yediremez bu kişiler kendilerine. “Elit” Bodrum olarak tasarlanan Alaçatı’da, deniz görmeden balık yemek tatmin etmez İzmir’liyi. Sakızlı muhallebi zaten doğduğundan beri yediği bir tatlıdır. Dolayısıyla eğer şehir dışından gelenlerden para kazanmıyor ise İzmir’linin Çeşme’nin yeni hali ile derdi vardır.
Öte yandan Çeşme’deki bu hareketliliğin avantajları da yok değildir. İki üç sene öncesine kadar adı sanı duyulmuş bir yabancı sanatçının tatil yapmak dışında Çeşme’ye uğrama ihtimali yokken –ki o ihtimal bile çok düşük- şimdilerde bir çok grup Çeşme’de konser verir hale gelmiştir. Özellikle İstanbul’daki Babylon’un bu sene Çeşme’de Beach Club açması ile eğlence mekanları arasındaki rekabet iyice artmıştır.

Bunun en son örneği geçtiğimiz yazki The Cranberries konseriydi. İzmir’in en köklü Beach Club’larından olan Sea Side, konser çıtasını devrim niteliğinde yükselterek Haydar esintili bir yaz akşamında The Cranberries’i Alaçatı’da misafir etti. Denizin hemen kıyısında, kumsalda hazırlanan konser alanı oldukça etkileyiciydi. Konserde bir alt grubun olmaması ve Sea Side DJ’inin seçtiği şarkıların o akşam gelen kitleye hitap etmemesi, gecenin biraz durgun başlamasına yol açsa da saatler gece yarısını gösterdiğinde heyecan doruğa ulaşmıştı. Dolores’in yıllara meydan okuyan performansı ile büyülenen İzmir’lilerin, yaklaşık iki saat süren konser boyunca kulaklarının pası silindi. Zombie, Linger, Promises ve daha niceleri kumsaldakileri kendinden geçirdi. Çıkıştaki otopark sırası bile bu konserin güzelliğine gölge düşüremedi. 

20 Temmuz 2010 Salı

St James Park'da Bir Gün

Eğer David Ginola, Les Ferdinand, Kevin Keegan, Sir Bobby Robson ve Alan Shearer sizin için önemli isimlerse, St James Park Stadının nerede olduğunu biliyorsunuz demektir. İngiltere'nin kuzeyine işiniz düşer ise St James Park'ın sadece yerini bilmekle yetinmek zorunda değilsiniz; oldukça mantıklı ücretler karşılığında stad turuna katılabilir, siyah beyazlıların soyunma odasını görebilir, Shearer'ın locası gezip, yedek klübesinde oturabilirsiniz. Hele stadı gezdiğiniz akşam bir de maç varsa, ziyaretinizi Premier Ligi izlemiş bir futbol hacısı olarak tamamlayabilirsiniz.


Şu aralar oldukça çalkantılı dönemler geçiren Newcastle United'in stadı olan St James Park Stadı İngiltere'deki sayılı stadlar arasında. Stad sadece bir spor kompleksi olmaktan çok öte. Newcastle United FC müzesinin önünden tura başladığınızda bunu hemen anlıyorsunuz. Müzeden içeriye doğru giriş yaptığınızda konferans merkezine geliyorsunuz; zira St James Park aynı zamanda konferans merkezi olarak da hizmet veriyor. Elbette oturum salonlarına Newcastle efsanelerinin isimleri verilmiş durumda. Asansörlerle yukarıya çıktığınızda, senelik kirası altı sıfırlı rakamları bulan localar çıkıyor karşınıza. Localar lüks bir oturma odası olarak dizayn edilmiş. Güzel bir barınız, SKY SPORTS kanalının sürekli açık olduğu dev ekran bir televizyonunuz ve camekanlar arkasında kendi mini tribününüz var. Eğer locanız var ise stada arabanızla gelip, özel asansöre yine arabanızla (!) binip, locanız yanında arabanızdan inip, aracınızı vale parking’e bırakabiliyorsunuz. Tura katılaların yoğun isteği genelde Alan Shearer’ın locasını görmek oluyor. Loca gezilirken aslında locanın Shearer değil, Shearer’ın yakınları tarafından kullanıldığını, Shearer’ın, maçı kale arkası bölümünde taraftarlarla birlikte izlediğini öğreniyorsunuz.



Gezi stadın çatı katı sayılabilecek balo salonu ile devam ediyor. Gerek klübün başarıları gerekse yılbaşı kutlaması tarzı tüm eğlenceler bu mekanda yapılıyor. Balo salonunda yaşanan bir kaç önemli olayı dinledikten sonra gezinin sabırsızlıkla beklediğiniz anı gelip çatıyor; soyunma odaları! Rehberiniz eşliğinde soyunma odalarına indiğinizde karşınıza çıkan ilk odalar hakemlere ve doping testine ayrılan odalar oluyor. Hemen yanda misafir takıma ayrılmış –görece mütevazi- bir oda var. Koridorun solundan ise Newcastle’lı oyuncuların soyunma odasına giriyorsunuz. Odada her futbolcuya ayrılmış özel bir alan var; formaları maç günü sabahtan buraya asılyor. Kısacası tura maç günü katıldığınız takdirde istediğiniz futbolcunun maç günü giyeceği forma ile fotoğraf çektirme şansınız var. Soyunma odasında dikkat çeken diğer şeyler ise iki adet beyaz tahta. Tahtaların ufak olanında o günkü şanslı ilk onbirin isim listesi var. Diğer tahtada ise takımın yayılışı ve taktik anlayışına dair bilgiler bulunuyor.

Soyunma odalarından çıkıp, koridorun geldiğiniz noktasına geri dönüp, bu sefer futbolcuların çıkışından yeşil sahaya çıkıyorsunuz. Sağınızda ev sahibi takımın yedek klübesi, solunuza misafir takımınki bulunuyor. Gerek çimlerde gerekse teknik direktör koltuğunda fotoğraf çektirdikten sonra basın toplantılarının verildiği salona geçiyorsunuz. Bu salonun da olmazsa olmazı imza seromonisi; arkanıza sponsorların olduğu panoyu alıp, boş mukaveleye imza attıktan sonra sertifikalı bir Newcastle taraftarı haline geliyorsunuz. Sir Bobby Robson’un heykelinin olduğu çıkıştan çıkıp turunuzu tamamladığınızda henüz gün ortası olmasına rağmen, akşamki maçtan başka bir şey düşünemez hale geliyorsunuz.


Maç saati yaklaştığında stadın etrafı tam bir şenlik alanına dönüşüyor. Cebi kabarık “The Toon” taraftarları stadın nehir tarafındaki Shearer’s Pub’da demlenirken, cefekar taraftarlar stadın hemen karşısındaki The Strawberry’de maça konsantre oluyorlar. Siz elbette her ikisine de uğrayıp, maç atmosferine girmeye başlıyorsunuz. Ufak bir hatırlatma; aşağı yukarı herkesin bildiği gibi İngiltere’de trafik bize göre ters taraftan akıyor. Normalde bunu kolaylıkla aklınızda tutabilmenize rağmen gerek maç heyecanı gerekse bünyedeki alkolün etkisi ile belleğinizde kısa süreli unutkanlıklara yol açabiliyor. Shearer’s Pub’dan çıkıp The Strawberry’e giderken (yada tam tersi durumda) hangi ülkede olduğunuzu unutmamaya çalışın, yoksa pahalı bir Porshe’un altında kalmanız oldukça mümkün (elbette ki yazarın başına böyle bir durum gelmedi (!) ).

Maçın başlamasına yaklaşık iki buçuk üç saat kala kapılar açılmaya başlıyor. Kapıdaki kuyruklara bakıp “İngiliz taraftarlar maça hep son dakika gelmezler miydi?” diye şaşırıp içeri giriyorsunuz. İçeri girdiğinizde neden tribünleri son dakikalara kadar boş olduğunu anlıyorsunuz. Stadın içersinde aldığınız biletin klasmanına göre değişiklik gösteren “tesisler” var. Bu tesis en ucuz bilet klasmanı için hamburger satan bir araba olabildiği gibi, daha üst sınıflara yönelik lüks bir restaurant da olabiliyor. “Maç köftesi yenmeden maç izlenmez!” diye düşünerek yiyecek birşeyler alıp, biranızı yudumlarken SKY SPORT’dan günün maçlarının özetlerini izliyorsunuz. Elbette her yer bahis oynayabileceğiniz elektronik makineler ile dolu. Dolayısıyla maç başlayana kadar olan çoşku tribünlerde değil, tribünlerin içindeki dışarıdan gözükmeyen publarda yaşanıyor. Başlama vuruşuna az bir süre kala tribündeki yerinizi alıyorsunuz. Aklınızdan numaranız dışında bir yere oturmak sakın geçmesin; böyle bir davranış sonrası sabah gezi esnasında dahil olduğunuz Newcastle United camiasından afaroz edilmeniz kaçınılmaz! Paşa paşa bilet numaranıza göre yer alıp olturduktan sonra maç başlıyor. Artık siz de televizyondan hayranlıkla izlediğiniz kalabalığın bir parçasısınız. Yapılan her güzel hareket sonrası doğma büyüme Newcastle Upon Tyne’lı gibi “WOOOW” demek, hakemin cinsel tercihini ingilizce sorgulamak serbest. Yasak olan tek şey ayakta durmak. Eğer Türk genlerinize yenik düşüp en ufak bir heyecanda ayağa fırlarsanız bir süre sonra arkanızda oturanlar sizi kibarca “sit down your f.cking seat” diyerek, ingiliz beyefendiliğinden taviz vermeden ikaz ediyorlar. Gerekli ikazları aldıktan sonra deplasmanda olduğunuzu hatırlayıp, kendinizi sakinleştirip, maçı izlemeye devam ediyorsunuz.

Elbette kimin kazanıp kimin kaybettiği sizi o kadar da ilgilendirmiyor. O akşamki tatmini garanti bilet sahiplerinin başında siz geliyorsunuz. Hele karşılıklı bir kaç gol olursa –ki yazarın maçı izlemeye gittiği dönemde Newcastle United’a gol atamayan takım yoktu- seyir zevkiniz tavan yapmış şekilde stadı terk ediyorsunuz.

6 Temmuz 2010 Salı

Periskop Yukarı!

Gençliğinizde The Hunt for Red October , Das Boot  ve U-571  filmlerinden en az birini izlediyseniz, eminim sizin de deniz altılara karşı özel bir merakınız vardır. Yine de konuya uzak olanlar için bir özet geçmekte fayda var:  Su altı araçlarının ilk deneysel örnekleri 17. yüzyılda İngiltere’de üretilmiştir. Askeri anlamda kullanımı olan ilk araç ise 1775 yılında Amerika’da üretilen Turtle isimli denizaltıdır. Turtle, koloniciler tarafından İngiltere gemilerini batırmak üzere tasarlandıysa da, savaşta hiçbir işe yaramamış ve tam bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Turtle’ı Fransızlar’ın Nautilus’u  ve Almanlar’ın Brandtaucher izlemiştir.

Türünün ilk örnekleri olan bu taşıtlar insan gücü ile çalışmaktaydılar. Mekanik güç ile çalışan ilk denizaltı ise Fransızlar tarafından üretilen Plongeur’dır. Basınçlı hava kullanan bu modeli Ictineo II isimli yanmalı motorlu İspanyol botu (Denizaltılara ait ilginç bir diğer nokta ise bu taşıtlara “gemi” değil “bot” diye hitap edilmesidir.) izlemiştir. Tüm bu gelişmelere karşın denizaltıların tam olarak önemleri I. Dünya Savaşında ortaya çıkmıştır. Özellikle Alman yapımı U-Bot serisinin başarısı, birçok devletin denizaltılar konusundaki yatırımlarını arttırmasına yol açmıştır. Artan kaynaklar ve nükleer teknolojideki ilerlemeler sonrasında, nükleer silahlarla donatılmış ve dizel motor yerine nükleer reaktör kullanan denizaltılar, soğuk savaş döneminin ürkütücü aktörleri haline gelmiştir.

Bu kısa girişten sonra asıl konumuza gelelim, denizaltı meraklıları için en büyük engellerden biri bu botların çoğunlukla askeri amaçla kullanılıyor olmasıdır. Bir başka deyişle bahriyeli değilseniz yada dedeniz amiral değil ise bir denizaltının içine turistik amaçla girmeniz oldukça zordur. Elbette yolunuz Hamburg’daki U-Bot müzesine düşmediyse! Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası Sovyet Donanması’ndaki bir çok denizaltı, artık idame giderleri karşılanamadığı gerekçesiyle ya imha edilmiş yada başka ülkelere satılmıştır. Bu fırsatı çok iyi değerlendiren U-Bot müzesi, 2002 yılının Nisan ayına kadar 26 yıl boyunca hizmette kalmış B-515 Tango tipi bir denizaltıyı Rusya’dan satın almış ve Hamburg limanında müze haline getirmiş. Daha sonra U-434 ismini alan bu denizaltı Küba’daki amborgoyı kırmak, ABD’nin doğu kıyılarında casusluk yapmak ve Sovyet kıta sahanlığını korumak gibi bir çok görevde yer almış.

Bu emektar denizaltıyı görmek için Hamburg’daki limana gittiğinizde ne yazık ki pek de güzel bir organizasyonla karşılaşmıyorsunuz. Öncelikle müzenin yerini gösteren işaretler oldukça yetersiz. Öte yandan, aynı zamanda hediyelik eşya mağazası da olan bilet gişesi sizi hayal kırıklığına uğratıyor. Bunca emek harcanıp, Rus Hükümeti’nden uzun süren pazarlıklar sonrası alınabilen bu denizaltıyı layiği ile tanıtan bir broşure yada denizaltının güzel bir maketine ulaşmanız mümkün değil.

“Hamburg’da bir Rus denizaltısının olduğunu biliyor musunuz?” sloganı ile çalışan müze, misariflerine rehberli ve rehbersiz olmak üzere iki tip tur sunmakta. Rehbersiz tur bir miktar daha ucuz, ancak ne yazık ki kaptan köşkünü kapsamıyor. Rehberli tur ise ancak belli saatlerde var. Dolayısıyla ziyaretiniz öncesi tur saatlerini öğrenip müzeye öyle gitmenizde büyük fayda var. Yarı yarıya suyun içinde olan gerçek bir denizaltıya girmek oldukça heycan verici. Ancak içeri girdiğinizde bir denizaltıda yaşamanın ne kadar zor olduğunu anlıyorsunuz. B-515’in içi –filmlerdeki çekimlerin aksine- oldukça dar. Denizaltının mürettebat kapasitesi 78 kişi olmasına rağmen yatak sayısı bu kapasitenin yarısı bile değil! Denizaltıların çoğu gibi B-515’de de “sıcak yatak” denilen uygulama geçerli; botta vardiyalar halinde çalışılıyor ve boşalan yatak soğuyamadan (!) bir başka mürettebat tarafından ısıtılıyor. Koridorların her tarafı vanalar, valfler ve uyarı ışıkları ile dolu. Geminin kaptanı hariç diğer subayların hepsi odasını bir başkası ile paylaşıyor. Subay yemekhanesinin genişliğinin bile sedan bir arabanın içinden dar olduğunu belirtirsek, düşük rütbelilerin nasıl bir ortamda yaşadıklarını kolaylıkla hayal edebilirsiniz. Denizaltının en rahat emektarı dizel motoru; motor dairesi botun ciddi bir kısmını kaplıyor. Devasa motoru hayranlıkla incelememek mümkün değil. Kaptan köşkünü gezmek, gerçek bir periskopun yanında “Periskop Yukarı!” demek ise ayrı bir zevk.

4 Temmuz 2010 Pazar

Bavyera’da Bir Tuz Madeni

Bavyera’da yağışlı bir günde yapacak bir şey bulamadıysanız, kendinizi alkolün ve karamsarlığın kollarına bırakmadan önce, hala yapabileceğiniz eğlenceli bir şeyler bulabilirsiniz. Berchtesgaden’deki  tema parkı haline getirilmiş tuz madeni  değişik (!) sayılabilecek mekanların başında geliyor. Geçmişi 12. Yüzyıla kadar giden bu tuz madeni, çok iyi organize edilmiş turları ile, klostrofobik olmayan ziyaretçilerine oldukça ilginç bir gezi vaat ediyor; dünyanın merkezine doğru bir seyahat !
Yılda yaklaşık 400.00 turistin ziyaret ettiği tuz madeninde, hem emniyet hem eğlence için her türlü detay düşünülmüş durumda. Örneğin oluşabilecek çeşitli yaralanmaları engellemek amacıyla tur öncesi bedeninize uygun şekilde dağıtılan madenci tulumlarını giymek zorundasınız. Bu kıyafet sizi hem koruyor, hem de biraz sonra başlayacak yolculuk için havaya sokuyor. Tur başlangıcı ise oldukça eğlenceli, Kamçılı Adam filmlerinden fırlama bir maden trenine binip, daracık tünellerden tuz elde etmek için açılan galerilere ulaşıyorsunuz. Tünellerle birbirlerine bağlanan bu galerilerde, en ilkelinden en modernine tuz madenciliği yöntemlerine dair bilgiler alıyor, kaydıraklardan kayıyor, lazer gösterileri izliyorsunuz.  Gezinin en unutulmaz anı ise devasa yeraltı gölündeki sal turu. Yürüyüşünüzün ortalarına doğru tuz elde etmek için açılan galerilerde suyun toplanması sonucu oluşan bu yer altı gölü çıkıyor karşınıza. Rehberiniz bu gölü özel yapılmış bir sal ile aşacağınızı belirterek, tura katılan herkesi sala bindiriyor. Salın hareket etmesi ile galeriyi aydınlatan tüm ışıklar sönüyor. Yerin yüzlerce metre altında iken ışıklar sönünce mutlak karanlığın ne demek olduğunu dehşete düşerek anlıyorsunuz. Adrenalinin damarlarınıza ani bir şekilde akmaya başladığı tam da bu anda müthiş bir ışık gösterisi başlıyor gölün içinde ve duvarlarda. Karşı kıyıya geçtiğinizde hem korku hem huşu içinde titreyerek iniyorsunuz saldan.
Donüş yolunculuğunuz ise ilginç bir füniküler ile başlayıp, maden trenleri ile devam ediyor. Turun sonuna doğru yüreğinizi ağzınıza getiren başka bir süpriz daha var ancak işin heyecanını kaçırmamak için bu şaşırtmacayı açık etmemekte fayda var.

24 Haziran 2010 Perşembe

Baffetto Ustanın Yeri

Roma'nın görülmezse olmazlarındandır Navona Meydanı. Dört Nehir, Moor ve Neptün Çeşmeleri ile ünlü meydan günün her saati hareketlidir. Her türlü sokak sanatçısı, lüks restaurantlar, seyyar satıcılar karşılar meydanı görmeye gelen turistleri. Özellikle geceleri bir başkadır meydanın görünüşü; ışıklandırmanın da büyüsü ile insan kendini yirmibirinci yüzyılda değil de rönesans zamanı Roma'da zanneder böyle anlarda. İşte bu meydanın çevresi Roma'yı gezerek geçirilen yorucu bir günün ardından güzel bir akşam yemeği yemek için çok uygundur. Çeşmeleri çevreleyen restaurantlar hoş estantaneler sunmakla birlikte daha çok turistik amaçlıdır. Oysa ara sokaklara girmeye başladığınızda daha ilginç yerlere rastlarsınız. Baffetto Ustanın pizacısı da işte bu ilginç yerlerin başında gelir. Bulunduğu sokaktaki restaurantların çoğu müşteri beklerken Baffetto'da müşteri içeri girebilmek için sıra bekler. Bu arada sakın yanılmayın; sıra bekliyor olmanız içeri gireceğinizin garanti olduğu anlamına gelmez asla. Hemen kapının önünde oluşturulan sırada yerinizi alırsınız ve içeride yer boşalmasını beklersiniz, mükemmel pizza kokuları eşliğinde. Arada sırada mekanın sahibi olan toton İtalyan amca görünür kapıda. Sırada bekleyenleri tatlı bir heyecan kaplar böyle anlarda. İhtiyar sırada bekleyenleri şöyle bir süzer, arkasından beğendiği gruba içeri girmelerini söyler. Bir başka deyişle burada pizza yiyebilmek için hem beklemek hem de Baffetto'ya kendinizi beğendirmek zorundasınızdır. Bu elemeyi başarıyla geçtikten sonra mekana girer ve size gösterilen masada yerinizi alırsınız. Eğer masanın tamamını dolduracak kadar kalabalık değilseniz masanızı başka misafirler ile paylaşmanız gerekir. Ortam Türkiye'de "esnaf lokantası" diye tarif edebileceğimiz kıvamdadır. Hatta çevredeki ünlülerle dolu resimlerden kendinizi Taksim Meydan'ında Bambi'de de zannedebilirsiniz. Öncelikle masaya kağıttan bir örtü serilir. Arkasından sipariş verdiğiniz pizzalar metal tabakların içinde servis edilir. Taşfırında pişen incecik hamurlu pizzanın daha iyisini başka yerde yeme şansınız pek yoktur. Şarap listesi öyle çok geniş olmasa da genellikle uygun fiyata içilen "hause wine" oldukça tatmin edicidir. Yemeğinizin bir aşamasında Baffetto mutlaka masanıza uğrar, herşeyden menun olup olmadığınızı vücut dili ile sorar. Tarzanca nereli olduğunuzu anlamaya çalışır. İtalyan sıcakkanlılığını iliğinize kemiğinize kadar hissettirir (bakınız üst sağ çaprazdaki resim). Siz ise kendinize Roma'ya bir daha yolunuz düştüğü takdirde Baffetto'ya bir kez daha uğrama sözü vererek masanızı yeni talihlilere terk eder ve mekandan çıkarsınız.