5 Eylül 2012 Çarşamba

"Dünyasını kaybedenler yeni bir dünya kurmak zorundadır!"


Sene 2001, internete bağlanıp bağlanamadığınızı modeminizde çıkan cızırtılardan anlayabildiğiniz bir dönem! Türkiye’de bırakın blogları, en baba gazetelerin bile henüz web sayfaları yokken, neredeyse tek bir kişinin sağlam duruşu sayesinde bilim kurgu, fantastik edebiyat  ve mitoloji konusunda aylık bir dergi online olarak yayınlanıyor; www.kayıpdunya.com.
Altavista’daki uzun aramalar sonucu bulduğum derginin önce takipçisi sonra yazarı oluyorum. İlk makale ve öykü denemelerim bu dergide yayınlanıyor. Diğer yazarlar  ile tanışıyor, kimi zaman İzmir’den kalkıp gelip, -henüz Yüzüklerin Efendisi bir film bile değil iken- Orta Dünya’daki beyin fırtınalarının döndüğü toplantılarına katılıyorum. Dune konuşuyorum, robot kurallarını savunuyorum. Yeri geliyor gülüyor, yeri geliyor öfkeleniyor ama kırmadan, dökmeden hayellerimizi çarpıştırıyoruz.
Daha sonraları derginin forumu Ayşegül Abla ile tanıştırıyor beni; Orta Dünya sohbetleri yerini “Yaratıcı Yazarlık” seminerlerine bırakıyor. Haftalar süren eğitim sonrası alaylı olmaktan yarı okullu olmaya dönüyor yazarlık işi.
Sonra her dergide yaşanan sorunlar Kayıp Dünya’da da yaşanmaya başlıyor, eskiler yoruluyor, yeniler ise Titanları devirmeye hayellerine kapılıyorlar. Gerek kalp kırıklığından, gerek zamansızlıktan, gerekse delikanlılık kibirliliğinden yazarlık kadrosundan ayrılıyor ama okuyuculuktan hiç vazgeçmiyorum. Forumlara girmeyen, sadece dergiyi takip edin sessiz bir takipçi oluyorum.
Öyle bir an geliyor ki nam-ı değer “Edi” (yada "Mr.Goodbytes") bile pes ediyor, Kayıp Dünya yazarlarından beslenemediği için süresiz olarak yayın hayatına son veriyor. Sessiz takipten vaz geçmiyorum, arada sırada tarayıcıma eski dostun sitesini giriyorum, sonuç hayal kırıklığı oluyor.
Tam ümidimi yitirdiğim anda Kayıp Dünya, Altuğ GÜRKAYNAK’ın yeni manifestosu ile geri dönüyor. Gözüken o ki eski yorgunlar dinlenmiş, yeniler ise saygı duymayı öğrenmiş. Oldukça gecikmeli olsa da hoş geldiniz eski/yeni dostlar! İyi ki döndünüz!
Yazımın orijinal hali bir önceki paragrafta bitiyordu ancak eski dostumdan gelen bir mesaj ek bir açıklama yapmama yol açtı. Ne yazık ki Kayıp Dünya tam anlamı ile geri dönememiş ve Ocak 2012'de yayın hayatına bir kez daha ara vermek zorunda kalmış. Ben kendi adıma ümidimi yitirmedim, altı ayda bir geri dönüş olup olmadığını kontrol edeceğim!


8 Nisan 2012 Pazar

Ehl-i Keyf'in Keyfini Kaçıran Anlar: Daha da Sinemaya Gelmem!



Seksenli yılların başında doğduğum için Türkiye’de sinema ile televizyon kültürünün ilk kesiştiği dönemlere şahit olabilmiş bir neslin üyesiyim. O dönemlerde bu iki kavram henüz birbirine karışmamıştı ama ilişkiye girmeye başlamışlardı. Örneğin televizyonda bir film yayınlanacağı zaman “Televizyonda Sinema” adı altında yayınlanırdı. Film izlenmeye değer bulunduysa, başlama saati öncesi mısır patlatılır -ya da duruma göre çay demlenir-, filmin başlamasıyla odanın ışıkları kapatılır ve sessizliğe bürünülürdü. Arada konuşmaya kalkan çocuklar, aile büyükleri tarafından “şııışt, görmüyor musun sinema izliyoruz!” diye azarlanırdı. Kısacası televizyon üzerinde hakim olan kültür sinema kültürüydü. Sinema filmi yayınlandığı esnada televizyonun durduğu oda kısa süreliğine de olsa sinema salonuna dönüşürdü.Günümüzde ise durum neredeyse tam tersine döndü. Artık “Televizyonda Sinema” kavramının yerini “Sinemada Televizyon” aldı. Bir başka deyişle, sinema salonları oturma odalarına dönüşmeye başladı. Teknolojinin gelişmesi sonucu film kavramına evden erişim son derece kolaylaştığı için, insanlar film izlerlerken sinemada olsalar dahi kendilerini evlerinde pijamaları ile zap yapıyormuş zannetmeye başladılar. Bunun sonucu olarak filmi sinemada izleme hazzına muhtaç zihinler ile zapçılar aynı oturma odasında film izlemek zorunda kaldılar.
Bizi sinemada rahatsız eden ortamı en net şekilde fark ettiğimiz ilk film Yimou Zhang’in etkileyici filmi Hero’ydu. Filmi izlemek için Ankara’daki Armada Alışveriş Merkezindeki sinemanın büyük salonuna gitmiştik. Usta yönetmen anlatmak istediklerini uzakdoğunun eşsiz, masalsı yaklaşımı ile aktarmaya çalışıyordu. Ancak bu anlatım sinemaya gelen seyircilerin çoğuna ters gelmişti. İlk başta gülüşmeler başladı. Daha sonra filmin “sarmadığı” izleyiciler Cafe’de otururmuşçasına muhabbet etmeye başladılar. Filmi izlemeye çalışan bir avuç izleyici için durum oldukça çekilmez bir hal aldı ve sinema salonunda yer yer tartışmalar çıktı. Olay asabımızı bozmuştu, insanların Çin yapımı bir filme gelirken nasıl gerekçelere sahip olduklarını ve hangi beklentilerinin karşılanmadığını merak etmekle beraber, asıl sorun eskilerin tabiri ile âdâb-ı muaşeret kuralları bir yana dursun en basit görgü kurallarının bile tedavülden kalkmış olmasıydı. Filmi beğenmeyen bir insanın onca izleyicinin varlığını hiçe sayarak, yanındaki ile koyu bir geyik muhabbetine girmesine anlam verememiştik.
Arkasından o dönemlerde sıklıkla gittiğimiz Bilkent Üniversitesi yakınlarındaki Ankuva Alışveriş Merkezindeki sinema salonlarında benzer olaylara şahit olmaya başladık. The Good Shepherd’a Angelina Jolie’nin vücudunu izleyebilmek için gelen bir grup, hayal kırıklığına uğradıktan sonra ciddi bir müddet güzel artistin çeşitli organlarının orantısını başka filmlerden alıntılarla tartışmış, böyle bir filmin (The Good Shepherd) neden çekildiğine anlam veremediklerine karar vermiş, arkasından da tüm uyarılara rağmen güncel birçok konuyu sinema salonunda akılları sıra fısıldayarak birbirleri ile paylaşmışlardı.
Tek tük karşılaşılan, tepki çeken bu durum zaman içinde kanıksanır oldu. Artık sinema içinde yanındakiler ile sohbet halinde film izlemek son derece normal kabul ediliyordu. Ayıp olan, sohbet edenlerin haklarını kısıtlamak için (!) onlara karışan diğer azınlıktaki seyircilerin yaptıklarıydı. O kadar para verip filme girmiş bir kişi, hele hele filmi beğenmemişse konuşmayacaktı da ne yapacaktı? Diğer izleyiciler nasıl olur da onun beğenmediği bir filmi sessizlik içinde izlemek istemek saygısızlığını gösterebilirlerdi.
Durum böyle olunca sinema arkadaşlarımla Ankara’nın sinema haritasını çıkarmaktan başka şansımız kalmamıştı. Arka planda geyik muhabbeti dinlemeden film izleyebileceğimiz sinemaların ve rağbetin az olduğunu düşündüğümüz gösterimlerin haritasını çıkarmış, seans ve salon tercihlerimizi ona göre yapar olmuştuk. Örneğin -her ne kadar ayrımcılık gibi gözükse de- özel üniversitelere yakın salonları yoğun saatlerde tercih etmemeye başladık. Tatillerde ve özellikle bir alana bir bedava kampanyasının olduğu günlerde sinemanın yakınından bile geçmiyorduk.
Bu gibi önlemler bir müddet daha huzur içerisinden film izlememizi sağladı. Ne yazık ki önlem paketinin son kullanım tarihi dün akşammış. Hafta için, ölü bir seansta 2 saat 46 dakika sürecek olan “The Curious Case Of Benjamin Button” adlı filme, diğer salonların çoğunda Recep İvedik oynarken bizim seyir zevkimizi kaçırabilecek birilerinin uğramasını beklemiyorduk açıkçası; yanılmışız. Salonda topu topu on-on beş kişiydik. Birbirinden bağımsız olan dört-beş gruba karşılık geliyorduk. Anlaşılan o ki, bu beş gruptan üçü filme sadece afişteki Brad Pitt, Cate Blanchett ikilisine bakıp girmişlerdi. Böyle diyorum çünkü film başlar başlamaz yakınmalar başladı; insan hiç yaşlı doğar mıymış? Ne kadar saçmaymış. Bu konuyu yanındakiyle uzun uzun tartışan gruba diğer gruplar da katıldı. Böylelikle biz filmi orijinal dilinde; türkçe altyazılı ve türkçe yorumlu izleyeme başladık. Zaman zaman sinemaya gelen arkadaşların o gün içinde neler yaşadıklarını da öğrenebiliyorduk. Film ilerlediği esnada, algısı çok keskin olan arkadaşlar film arasının gecikmeye başladığını fark etti. Bu sefer de oflamalar puflamalar devreye girdi. Ne zaman ara verilecekti? Galiba film uzundu? E şimdi hafta içi uykusuz mu kalacaklardı? Arada mısır satan görevliden filmin üç saate yakın olduğunu öğrendiklerinde içimizde bir umut yeşerdi, belki de uykusuz kalmamak için filmi yarım bırakırlar diye düşündük. Ancak yanılmışız. Kriz ortamında sinemaya verilen paranın karşılığı alınmalıydı ve filmi sonuna kadar izleyeceklerdi. Bu seferde spiker usulü dakika- skor sohbetleri başladı. Bir yandan filmin kaçıncı dakikasında olduğumuz kontrol ediliyordu, bir yandan da Galatasaray’ın hâlâa gol yememiş ve atmamış olduğundan bahsediliyordu. Elbette konu bir dönem UEFA’yı kaldıran takıma kadar gitmiş, nerede o eski günler sohbetleri eşliğinde Benjamin Button gençleşmiş, biricik aşkı yaşlanmıştı. Filmin sonunda ödediği koltuk kirasının karşılığını sonuna kadar almış ama romantik-komedi filmi beklerken bünyesine zorla David Fincher katmış izleyiciler “böyle film olur mu ya?” ve “ne diye bu kadar uzun yapıyorsun kardeşim; anladık işte herif tersten yaşıyor!” eleştirileri ile alışveriş merkezini terk ettiler.
Aldığımız tüm önlemler boşa çıkınca bize de radikal bir karar almak farz oldu. Zaten yükselen sinema bileti fiyatları nedeniyle -ki bu ayrı bir yazı konusudur- gündemimizde tuttuğumuz bir kararı uygulamaya sokmaya karar verdik: elimize geçen ilk toplu para ile oturma odamıza mümkün olduğunca rahat film izlenir bir formata sokacağız. Filmler vizyona girdiğinde -ne yazık ki- kulaklarımızı kapatıp DVD’lerinin çıkmasını bekleyeceğiz. İki sinema biletinden daha az para verip satın alacağımız dvd formatındaki filmlerimizi, eski günleri özlemle yâd ederek -mecburen- “Televizyonda Sinema” adı altında izleyeceğiz.

NOT: Bu yazı daha önce malum İsrail çıkışı sonrası 20 Şubat 2009 tarihinde bakınız.com 'da yayımlanmıştır.

5 Nisan 2012 Perşembe

İtalyanca Gezi Başkadır!



Ya gezmeyi sevmediğimizden yada gezip gördüklerimizi düzgünce yazıp anlatamadığımızdan olacak ki piyasada satılan çoğu gezi kitabı yabancı dilden tercüme. Durum böyle olunca bu kitaplarda anlatılan bilgiler bizim için her zaman “uygun” öneriler yada uyarılar olmuyorlar. Örneğin Roma’ya gideceksiniz, hangi Roma şehir rehberini alırsanız alın sizi toplu taşımadaki sıkışıklık, hırsızlık ve yan kesicilik gibi olumsuz olaylara karşı uyaracaktır. Gizli cüzdanlar almanızı, pasaportunuzu uygun bir yerinize sokmanızı, yolda size takılan, laf atanlara hiç cevap vermemenizi öğütleyeceklerdir. Oysa hayatının belli bir aşamasında Türkiye’deki orta ölçekli bir şehrin merkezinde yer almış bir Türk için bu uyarıların hiçbir hükmü yoktur. İstanbul’da yaşayanlar için ise tek bir şey söylenebilir; “İtalyanlar sizden korksunlar!”.

Yaygın bir başka uyarı ise İtalyanların yabancı dil bilmediği, bilseler bile ne dediklerinin anlaşılmadığıdır. Uyarı kısmen doğrudur; turistik bir dükkanın içerisinde değilseniz karşınızdaki İtalyan büyük ihtimal İngilizce bilmiyor olacaktır. Yine de bu uyarı gereksizdir, çünkü bir Türk’ün bir İtalyanla Federico Fellini’nin bir filmini tartışması için bile ortak sözlü bir dile ihtiyacı yoktur. Birinin Türkçesi, diğerinin İtalyancası bu sohbetin son derece sağlıklı olarak devam edebilmesi için yeterlidir. Kimileriniz bu sözleri fazla iddialı bulabilirsiniz, bu sebeple savı bir kaç yaşanmış örnekle destelemekte fayda olacaktır.

Örneğin Roma’nın şehir merkezinde bir an için yer-yön duygunuzu kaybettiniz. Hiç utanıp sıkılmanıza gerek yok, tek yapmanız gereken göçmen olmayan bir sokak satıcısı bulmak –bu biraz zorlayıcı bir süreç olabilir- ve kendisine gideceğiniz yerin ismini mümkün olduğunca vurgulayacak şekilde, kendinizi rahat hissetiğiniz bir dilde sormak! Diyelim ki Coliseum’a gitmek istiyorsunuz yada Coliseum’a giderseniz yer-yön duygunuzun geri döneceğine dair inanılmaz bir inancınız var. Satıcının karşısına geçip omuzlarınızı çaresizce kaldırıp, soru dolu bakışlarla “Kolezyum???” dediğiniz anda karşınızdaki kişi Türkçe’yi sökmüş olmanın verdiği sevinç ile “Aaa Coliseum!” diyerek bedeninde bulunan tüm oynar eklemleri hareket ettirip İtalyanca Coliseum’a nasıl gitmeniz gerektiğini anlatacaktır. İşte soy ağacınızın tasdik edildiği an bu andır; eğer gerçekten Türkseniz ve Türkiye’de büyüdüyseniz karşınızdaki adamın verdiği yol tarifini İstanbul ağzı ile söylenmiş kadar net bir şekilde anlayacaksınız. Aksi durumda ülkeye dönüşte aile büyükleri ile ciddi bir konuşma yapmanızda fayda var. Yol tarifini kavradıktan sonra şükran dolu bakışlarla “Teşekkür Ederim” dediğinizde, az önce Türkçe’yi sökmüş arkadaş size gülümseyerek ve kuvvetle muhtemel sırtınız sıvazlayarak İtalyanca “Prego” diyecektir, “Ayıp ettin, lafı mı olur?” babında!

Bu örneğe rağmen çekinceleriniz mi var? Örneği çok genel mi buldunuz? “Coliseum’u dedem de tarif eder!” mi dediniz? Buyrun o zaman başka bir ibretlik olaya; Roma’dan hızlı trene bindiniz, yerinizi bulup oturmak üzereyken karşı koltuğunuzda oturan -Allah’ın hikmetinden sual olmaz dedirtecek yaşta- bir rahibe size bakarak rica eden gözlerle İtalyanca konuşmaya başlıyor. Elbette ilk cümleyi anlamıyorsunuz. Görmüş geçirmiş rahibe de sizin ilk cümlesini anlamadığınızı anlıyor. Bir an durup eliyle bir arka sıradaki merakla size bakan çifti gösteriyor. Arkasından iki elinin işaret parmakları hariç tüm parmaklarını kapatıp, işaret parmaklarını yanyana getiriyor ve ileri geri oynatıyor. Böylelikle siz zaten oturuş şekillerinden anladığınız üzere yandaki ikilinin bir çift olduğunu anlıyorsunuz. Rahibe bir an aklınıza kötü bir şey gelmesin diye sağ elinin parmakları ile sol elinin yüzük parmağını okşuyor. Dolayısıyla çiftin yasak bir ilişki yaşamadığı bilgisi de elinize geçiyor, yüzünüze “Estağfurullah canım, aklımdan bile geçmedi zaten!” bakışınızı takınıp rahibeyi ilgi ile izlemeye devam ediyorsunuz. Bu konuda da anlaştığınızı fark eden rahibe bu sefer eliyle kendisini ve çifti içine alan bir daire çiziyor ve melül melül sizin oturmak üzere olduğunuz koltuklara bakıyor. Anlıyorsunuz ki yaşlı rahibemiz bu çift ile seyahat ediyor ancak ne yazık ki kendilerine bilet alırken karşılıklı koltuklar denk gelmemiş! “Şunu baştan söylesene!” dercesine gülümseyip “Buyrun!” diyorsunuz çifte. Mutluluktan havalara uçan çift lafınızı ikiletmiyor hemen sizin yerinize geçiyor, siz de onların koltuğuna geçiyorsunuz.

Gördüğünüz gibi İtalya’da kendinize dert etmeniz gereken en son şey dil problemi. Elbette bir kaç detaya dikkat etmenizde fayda var, öncelikle bizde çok lezzetli manasına gelen parmaklarınızı uzatıp bir araya getirdikten sonra elinizi bileğinizden sallarayarak yaptığınız hareket İtalya’da hakaret olarak adledilen bir beden hareketi. Ayrıca biriyle konuşurken eliniz açık olacak şekilde çenenizi kaşımamanızda fayda var. Öte yandan hiçbir şeyden anlamayan, yol yordam bilmeyen turist durumuna düşmek istemiyorsanız kahvaltıdan sonra Cappuccino içmemeye bakın. Makarna yerken de dikkat etmeniz gereken bir kaç şey var ki kurallara uymadığınız takdirde sorun yaşayabilirsiniz. Mutfaktan çıkan sinirli bir ahçı ile karşılaşmak istemiyorsanız makarnanızı yerken bıçak kullanmayın. Zira bu hareket “Ulan hayvan, makarnayı o kadar sert pişirmişsin ki bıçakla kesmeden yiyemiyoruz!” manasına gelmektedir. Nedendir bilinmez spagettiyi kaşık yordamı ile yemeği de pek hoş karşılamıyorlar. Mümkünse sadece çatalı kullanın. Makarna konusundaki son uyarı da sakın ama sakın servis edilen makarnaya ketçap tarzı şeyler eklemeye kalkmayın, bu da ahçıya çok büyük hakaret sayılıyor.

Son bir uyarı da fiyatlar konusunda. Cafe yada pastane tarzı yerlerde menülerde aynı ürüne ait iki ayrı fiyat göreceksiniz. Bu ilk başta sanılanın aksine farklı büyüklükteki prosiyonların fiyatı değildir.Fiyatlardan pahalı olanı Cafe’de masada oturduğunuzda ödeyeceğiniz fiyat diğeri ise masada oturmadan satın alıp gideceğinizde ödeyeceğiniz fiyattır.



26 Mart 2012 Pazartesi

Scream For Me İstanbul!

Oniki, onüç yaşlarındayız. Okuldaki arkadaşlar arasında bir dedikodudur gidiyor; “Oğlum var ya, Metal müzik diye bir şey varmış, walkman ile 8 saatten fazla dinlersen beynin kulaklarından akıyormuş!”. Elbette ki konu ivedilikle ilgimizi çekiyor, çekirdek bir ekip oluşturulup, bu tekinsiz müzik türünün örnekleriniz edinebilmek için harçlıklar biriktirilmeye başlanılıyor. Henüz bırakın interneti, cep telefonunun, kredi kartının bile kullanılmadığı bir dönemde olunduğu için hangi grubun hangi albümü alınacağına dair en ufak bir fikir sahibi değiliz. Elimizdeki en kıymetli bilgi içimizden birinin Metallica’yı duymuş olması, hatta bilgi o kadar etkileyici ki karşı koymak mümkün değil! “Olum var ya, zaten bu grup çıktıktan sonra bu müziğin adı Metal olmuş, isim babaları bunlar yani!”.

Albüm almak için gerekli birikim sağlandıktan sonra Eskişehir’deki Esnaf Sarayı’nın en üst katına gidiliyor. Metal müzik satma olasılığının yüksek olduğunu varsaydığımız (!) bir kasetçiye girilip, tezgahtara yaklaşılıyor. “Abi biz metal müzik alacaktık!” diyor içimizden biri, “Metallica olsun ama!” diyor ikincisi. Anlam veremediğimiz bir şekilde söylediğimiz güldürüyor adamı. Önümüze simsiyah kapaklı, sol köşesinde yılan kuruğu gibi birşeyler olan bir kaset koyuyor. “Alın size Metallica!” diyor. Kaseti elimize alıyoruz, sağına soluna bakıyoruz, şekli şemali pek de beynimizi kulaklarımızdan akıtacakmış gibi durmuyor. Sıkıla pıkıla soruyoruz tezgahtara “Başka metal müzik var mı?” diye. Adam yine gülüyor, bir albüm daha çıkarıyor raflardan. Aman Tanrım; albümün kapağında öyle eçüş bücüş bir mahlükat var ki bize “Tamam, Metal müzik dediğin işte böyle olur!” dedirtiyor. Grubun ismine bakıyoruz; “Iron Maiden” yazıyor.

Yüzümüzden albümü beğendiğimizi anlayan adam müzik hayatımızı şekillendirecek soruyu soruyor; “Çocuklar alacak mısınız, çektirecek misiniz?”. Hep bir ağızdan soruyoruz; “Çektirmek mi?” diye. “Gençler!” diyor halimizden iyice eğlenen adam, “İsterseniz kasetin orjinalini satın alabilirsiniz ama pahalıya gelir. İsterseniz de üçte bir fiyatına, ben size boş kasete çoğaltırım bu albümü, siz bilirsiniz” diyor. Bu teklif karşısında mutluluktan ağlamamak için zor tutuyoruz kendimizi. “E o zaman Metallica’yı da çektirelim.” diyor grubu ilk duyan arkadaşımız. Teklif makul görülüyor, kasetçiye parası ödenip, ertesi gün siparişi teslim almak üzere dükkandan çıkılıyor.

Kasetler ilk dinlendiğinde oluşan duygular biraz karışık, daha önce dinlenen herhangi bir müzik türüne benzetilemiyor. Metallica neyse de Iron Maiden şok etkisi yaratıyor. Yavaş yavaş başlayan şarkılar bir çığlık sonrasında hızlanıyor, sonra bir anda tekrar yavaşlıyor. “Ulan şarkının başındaki ritme ne oldu?” dediğin anda ritim geri dönülüyor. İlk sersemlik atıldıktan sonra “Fear of The Dark” ve “Afraid to Shoot Strangers” kulaklara hoş gelmeye başlıyor. Zaman için de konser kaydına eşlik edilir, farkına varmadan kafa sallanır hale geliniyor. Sonra da gerisi geliyor, hayatımızın bir çok anında Iron Maiden bizimle oluyor. Sürekli “Iron Maiden’nın son albümü geldi mi?” diye soruluyor müzik marketlerde.

Teknolojinin biraz daha ilerlediği, korsan albümlerin işportalara düştüğü ünüversite yıllarında İzmir, Bornava’daki Tansaş’ın önünde tezgah açmış bir satıcıya yanaşılıp, aynı soru soruluyor; “Birader Iron Maiden’ın son albümü var mı?” diye. Eleman bir anda celalleniyor, belli ki yarasına tuz başmışız; “Hangi son albümü birader, hangi son albümü? “Aha bu son albümü” diye gösteriyorum müşteriye, “yok yenisi çıktı” diyor, onu bulup getiriyorum, “yok daha yenisi çıktı” diyorlar. Ben bir Müslüm Gürses’e bir de Iron Maiden’e yetişemedim!” diyor hayattan bıkmış bir ses tonu ile.

Zaman geçiyor tam da otuzlu yaşların ilk baharlarına gelindiğinde Sonisphere Festivaline Iron Maiden’in geleceği dedikodusu ayyuka çıkıyor. İlk başta “Yok canım, daha neler?” dense de Metallica’nın bir sene önce gelmiş olması kafalarda “Ulan yoksa?” sorularını getiriyor. Ardından web sayfasından müjde veriliyor, “Iron Maiden Türkiye’de” diye. Derhal arayışa girilip, en sahne önünden biletler alınıyor, İstanbul için gerekli lojistik hazırlanıp, beklemeye başlanıyor. Konser günü geldiğinde kalplerde tuhaf bir heyecan, üzerimizde Iron Maiden T-Shirtleri, Beyoğlu’nda şaşkın şaşkın yürünüyor. Tavsiye üzerine gidilen bir bara oturulup, DJ’ye cebren ve hile ile Iron Maiden çaldırılıyor, havaya girilmeye başlanıyor. Arkasından gerekli ihtiyaçlar görülüp, Küçükçiftlik Park’a doğru salınıveriliyor. Güvenlik sonrası içeri girildiği esnada In Flames son şarkısını bitirip, yerini Alice Cooper’a bırakıyor. Alice dede muhteşem sahne şovu ile kendisini bize hayran bıraktırarak ortamı terk ediyor. Tam herşey ne kadar da güzel dediğimiz anda Mad Max filmlerinden fırlama zırtapozlar sahneye çıkıp, kulaklarımızı Slipk gidiyorlar. Allah’tan giderken hayran kitlelerini de beraberinde götürüyorlar da Iron Maiden’i rahat bekliyoruz. Dekor hazırlanıyor, Eddie’nin sahneye kaç kere çıkacağı, nasıl şovların bizi beklediği, playlist’in ne olduğu konusundaki tartışmalar Bruce Dickinson’ın beklenen çığlıkla sona eriyor “Scream For Me İstanbul”. Beklenen bir çok şarkı ardı ardına çalınıyor, bize ilk albümü satın aldırtan Eddie sahne girip, girip, çıkıyor. Fear of The Dark huşu içerisinde dinleniyor, bir çocukluk hayaline  20 yıl sonra ulaşılıyor.

Gece sonunda nerdeyse 8 saatten fazladır Metal müzik dinlediğimizi, Slipknot’a rağmen beynimizin kulaklarından akmadığını fark edilip, artık ayakta durmaktan isyan eden bedenlerimizi alınıyor ve otelimize geri dönülüyor.

22 Mart 2012 Perşembe

Ilgaz - Haberin Yoksa Diye Söylüyorum- Anadolu'nun Sen Yüce Bir Dağısın!

Tarih 10 Aralık 2009, Saat 05:45, 331. Kısa dönem erlerin dağıtımının internette duyrulduğu ilk saatler. Sıcacık evimde olmama rağmen ekranda gördüğüm açıklama soğuktan ürpermemi sağlıyor; Kars İl Jandarma Komutanlığı... Acemilik bitiyor, daha da soğuğunun olduğunu öğreniyorum; Sarıçam Jandarma Karakolu, Sarıkamış. Sarıçam Kayak Merkezi oldukça turistik bir yer, zaten yabancı dil bilenler ile kayak bilenler yollanıyor bu karakola, ben ilk kategorideki bilgim için seçiliyorum, kayağın K'si ile alakam yok zira.


Derken kayak ekibindeki erlerden biri ekipten çıkarılıyor ve bir kişilik boş yer kalıyor. Oysa karakolda başka kayak bilen asker yok! Karakol Komutanı beni çağırtıyor postasına; "Burak, kayak öğrenir misin?" diye soruyor. "Öğrenirim Komutanım" diyorum ve böylelikle kayak maceram başlıyor, Nisan ayının ortasında pistler kapanana kadar da devam ediyor.

Askerden döndüğümde en güzel anılarım pislerin üzerindekiler oluyor, bir şekilde yeni öğrendiğim bu spora devam etmek istiyorum ama kış boyu neredeyse hiç fırsat olmuyor. Mart ayının başında, hayattan çok bunaldığım bir anda eşim imdadıma yetişiyor "Kayağa gitsene sen!" diyerek.

İnternetten arayışa girişiyorum; "Ankara'dan nereye kolay gidilip, kayak yapılır?" diye. Önce kayağı öğrendiğim Sarıçam geliyor aklıma ama uçak bileti fiyatları dudağımı uçuklatıyor. Herşeyi son dakika ayarladığım için Kartal Kaya'da da yer olmadığını öğreniyorum. Arkasından "kayak turu" tamlamasını "google"lattığımda VES turizm  çıkıyor karşıma günü birlik ve konaklamalı Ilgaz turları ile. Ne yalan söyleyeyim firmayı ilk kez duyuyorum, internet siteleri de o kadar matah gözükmüyor. Gözümü kar bürümüş bir kere, "demirden korksak trene binmezdik" diyerek iki kişilik yer satın alıyorum konaklamalı turdan; biri bana biri kendime çekirge olarak atadığım kardeşime. Amaç kayak merakını ona da bulaştırıp, bir dahaki seferlere işbirlikçi bulmak.

Ves Turizm söz verdiği gibi 07:30'da alıyor bizi Güven Park'tan, yola çıkıyoruz. Rehberimiz Murat, alaylı değil okullu, hem lisans, hem yüksek lisans, artık ne varsa yapmış bu konu üzerine. Mütevazi ama son derece yeterli olan kahvaltı, otobüste yapılıyor. Yolun tam ortasındaki mola yerinden sonra konaklamalı tura kaltılanlar Milli Park'a gelmeden hemen önceki Doruk Otel'de iniyoruz. Bugün tam pansiyon otelimizdeyiz, ertesi gün öğlen otelden çıkış yapıp, Murat'ın Ankara'dan getirdiği günübirlik ekibine katılacağız ve Milli Parka gideceğiz.

Doruk Otel'de bir tam gün geçirmek sürekli kayak yapanlar için oldukça sıkıcı olabilir. Otelin hemen yanında baby-lifli bir acemi pisti var, bu pist yeni öğrenenler için biçilmiş kaftan olsa da kaymayı bilenler için pek zevk
verecek türden değil. Neyse ki bu tarz konuklar için Milli Parka gidip gelen ücretsiz ring konulmuş.

Öte yandan bizim durumumuz için otel inanılmaz uygun bir seçim; hem kardeşime kaymayı ürkütmeden öğretme fırsatı buluyorum hem de bir sene ara verdikten sonra gerçek bir piste çıkmadan önce biraz pasımı atıyorum. Otelin diğer hizmetlerine dönersek, kayak ve kıyafet kiralayabiliyorsunuz, ancak bölgede başka tesis olmadığı için Ilgaz geneline göre fiyatlar pahalı. Yemekler gayet güzel ancak Otel'de hava kararınca içmek dışında yapılabilecek neredeyse hiçbirşey yok! 35 ekran TV'lerin bakkallarda bile satıldığı günümüzde, odasında TV olmayan oteller de kalmış demek ki! Yapacak bir şey yok diyip, tadımızı kaçırmadan genel "trend"'e uyuyor ve yemekle birlikte bir şişe şarabı devirip, lobide biraz sohbet ediyor ve yorgunluktan erkenden bayılıyoruz.

Ertesi gün kahvaltı sonrası çıkışımızı yapıp tur kafilemizle buluşuyoruz, hedef Ilgaz Kayak Tesisleri! Rehberimiz saat 13:30'daki "sucuk ekmek" molasına serbest olduğumuzu söylüyor. Hafiften şifayı kapan kardeşimin bugün kaymaya pek niyeti yok. Ankara Üniversitesinin tesisinden oldukça uygun fiyata kayak takımımı ve giysimi kiralıyorum, gerekli Ski-Passlerimi alıp zirveye çıkıyorum.

Ilgazda bir kaç tane pist olmasına rağmen en sıklıkla kullanılanı 1 Nolu pist. Pist dik bir başlangıçla başlıyor, bu başlangıç özellikle yeni başlayan -yada benim gibi 10-12 ay ara veren- bir çok kişinin gözünü korkutuyor. Ancak pist o kadar düzgün ki diklik kayarken bir problem yaratmıyor. Ne çukurlar var ne de atlatmalar. Zaten bir-iki kez indikten sonra pisti rahatlıkla ezberleyebiliyorsunuz. Yine de uyarmak lazım, acemiler için çok da güvenli bir pist değil! İkinci inişimde, aniden durmam gerekiyor. Durduğum anda yanımdan çaresiz bakışlarla kayıp iki üç metre aşağımda yere kapaklanan bir eleman Türk sıcak kanlılığı ile bana sesleniyor "Müdürüm, sen nasıl duruyorsun öyle zınk diye? Bana da bir öğretiver, sabahtan beri helak oldum!" diye.

Öğle yemeğine kadar iki iniş yapabiliyoruz, pazar günü olduğu için kayak merkezi çok kalabalık. Kardeşimle buluşup rehberimizin yanına gittiğimizde şaşırıyoruz, zira kuş kadar ekmeğin içine eser miktarda sucuk beklerken, koca bir ekmeğin içine doldurulmuş, ızgara köfte, sucuk ve tavuk ızgaradan oluşan dev sandwichlerimiz bizi bekliyor. Yanında isteyen ayranını, isteyen kolasını yudumluyor, tüm kafile neşeli bir öğlen yemeği yiyoruz. Bu arada kafilemiz de bizi oldukça şaşırtıyor. Kayak yada snowboard yapmak için gelen genç ve sportif yol arkadaşları beklerken, gün yapmaya gelmiş orta yaşlı kadınlar ile seyahat ediyoruz. Bizim gibi kayak yapmaya gelen üç-beş kişi var koca otobüste. Biz kayak yaparken "teyzeler" kafeteryada perdeleri kapattırıp, disko topunu çalıştırıp göbek atıyorlar!

Yemek sonrası Zirve Kafe'de sıcak bir sahlep içip kaymaya devam ediyorum. Saat 16:30'da bir kafilemiz tekrar biraraya geliyor ve bu sefer VES turizmin başka bir ikramı olan sıcak şaraplarımızı yudumluyoruz. Açıkcası günün yorgunluğu ardından bu sıcak şarap çok hora geçiyor. İlk başta VES turizme şüphe ile yaklaşmamıza rağmen bize sorunsuz ve eğlenceli bir seyahat sağlayarak tüm şüphelerimizi yok ediyorlar.

Dönüş yolu sakin, kimsede konuşacak hal kalmaş... Yorgun olsak da bir önceki haftanın stresini Ilgaz'da bırakmış olmanın rahatlığı ile akşam 21:00 sularında Ankara'ya dönüyoruz.