19 Ocak 2011 Çarşamba

Psomatia, Rakı, Balık

Eski dostların buluşması Sirkeci Garı’nda başlıyor. Uzun aranın getirdiği özlemle kucaklaşılıyor ve “kıllık” çıkarmayacak bir taksi çevriliyor.  Tavanından koltuk döşemesine kadar kıpkırmızı deri ile kaplı taksinin şoförüne “Samatya’ya, hani şu meyhanelerin olduğu meydana!” deniliyor. Yol çok da kısa değil ama konuşulacak o kadar çok şey var ki çabuk bitiyor. “Ağabey, meydan trafiğe kapalı, siz şu merdivenden aşağıya salıvereceksiniz kendinizi” diyip, sıradan bir sokak başında bırakıyor taksi şoförü üçlüyü. 
Sokak başı sıradan ama merdivenlerinin indiği meydan oldukça sıra dışı; kendinizi Türkiye’de değil de Roma’daki, Viyana’daki sokak arası meydanlarından birinde buluyorsunuz bir anda. Dört bir yanınız tarihi binalarla dolu, ortada arnavut kaldırım bir meydan; Samatya Meydanı.  Nedense küçücük meydan koca bulvarlı modern yollardan daha ferah geliyor insana, bir rahatlama, bir sıcaklık hissediyorsunuz aniden.
Hedef belli; rakı içilip sohbet edilecek, gerisi teferruat. Mekanlar sıra ile inceleniyor, “Balık mı kebap mı?” diye soruluyor, balıkta hemfikir olunuyor. Yeni soru; “Janjanlı bir meyhane mi, harbici bir meyhane mi?”. Hem sohbet etmek istendiğinden hem de kalabalık bir ortamda olmama dürtüsü sonucu “harbici” bir meyhane arayışı başlıyor. Elemeler sonrası, tren istasyonu manzaralı ahşap bir binadaki Çapana Balık’da karar kılınıyor.
Saat henüz dört bile olmadığı için mekan bomboş, siftah içeri girenlerle yapılıyor. En üst kattaki, cam kenarındaki masa –mekanın tanıtımında kullanılan masa olduğundan habersiz- içgüdüsel olarak seçiliyor.  Garson “Hoş geldiniz!” diyemeden “Tekirdağ içeriz biz!” diyor gazeteci. “Aman 70’lik olsun hocam!” diyor mühendis. Garson gülüyor, “Meze tepsisini getireyim ben madem” diyor.
“Ne zamandır gündüz rakısı yapmamıştım” diyor gazeteci, “Ben hiç gündüz rakı içmem ki normalde!” diyor işletmeci. Gülüşülüyor. Mezeler hiç fena değil; haydari, patlıcan ezme, zeytin yağlı taze fasulye, çoban salata ve –elbette- peynir tabağı ile başlanmaya karar veriliyor. “Bunlar bitene kadar da kalamarımız gelmiş olsun!” talimatı ile garson masadan yollanıyor. Tam “official” çizgisine kadar doldurulan dubleler buzlandıktan sonra yirmi yılı aşmış dostluk şerefine tokuşturuluyor kadehler.
Kurulan yada kurulacak ailelerden, yapılan yada yapılacak işlerden bahsediliyor ilk başlarda. Bu arada nar gibi kızarmış olmasına rağmen lokum kadar yumuşak olan kalamar geliyor, hafif ekşi bir yoğurt ile birlikte.  Gözler şişeye dönüyor, biraz hızlı mı gidilmiş ne? Sohbet kaçınılmaz bir şekilde futbola geliyor, ilginçtir bu sefer birilerini kurtarmaya niyeti yok kimsenin. Sadece çok kısa bir an için Zico anılıyor saygıyla. Garson devreye giriyor, “Bu sene kimse kusura bakmasın, Trabzon şampiyon” diye. İtiraz ediyor gazeteci “Bursa bırakmaz size...”, işletmeci ekliyor “son üç dört hafta Trabzonu karıştırırlar, şampiyonluğu tek başına sahiplenmeye çalışanlar!” diyor. Mühendisin ağzı hala varmıyor kendi takımından başkasının şampiyonluğundan bahsetmeye, o sadece susuyor. Bu andan itibaren garson da sohbetin konuğu, ne zaman civar masalara servis yapsa laf atıyor Trabzonspor lehine. Tatlı/sert atışma Haziran’da sonuçlanacak iddiaya dönüşüyor.
Kalamara ek geldiği anlarda 70’lik nihayete ulaşmak üzere. Ortaya söylenen hamsi ve istavrit tavaya eşlik etsin diye Tekirdağ'dan 35'lik takviyesi isteniyor.  Tam da o sıralarda ortalık karışıyor, üçlünün balık siparişinden habersiz olan diğer garson, meyve ve tahinli kabak tatlısı ikramını getiriyor masaya. Eski dostlar bozmuyorlar garsonu, tırtıklamaya başlıyorlar ikramların ucundan, siparişleri gelene kadar. Sohbet yapılanlardan yapılamayanlara gelince ortam ciddileşiyor. Hayata geçirilemeyen planlar, yaşanamayan hayaller konuşulurken herkez biraz buruk. Yine de çok şey başardığını konuşuyor üçlü, eldeki imkanları en iyi değerlendirdiklerinden bahsediyorlar.  “Hem daha maç bitmedi!” konusunda hemfikir oldukları esnada şipşakçı geliyor. Kariyerinin en güzel fotoğraflarından birini çekerek takdim ediyor masadakilere.
Adam gibi kahvaltı etmeden masaya oturan mühendisin midesi su koymaya başlıyor. “Beyler” diyor “ben cila birasını içemeyeceğim!.”. Gösterilen mazeret kabul görüyor, gerekli izin veriliyor. Kızarmış patatesler eşliğindeki bira ritüeline ve hesap sonrası üst geçitteki mardin usulü (!) midye dolma ziyafetine  mühendis sadece gözlemci sıfatıyla katılıyor.  Yoksa Psomatia’dan hoş olmayan anılar ile ayrılabilir.
Gece sonunda buluşma öncesi konulan tüm hedefleri tamamlamış olmanın rahatlığı ile bir sonraki seferin sözleri verilip, vedalaşıyor. Çevrilen taksiler üçlüyü lise yıllarından otuzlu yaşlarına geri götürüyorlar.